Malumunuz virüs ile mücadele etmeye devam ediyoruz . Mücadele ederken de bu virüs nerden çıktı insan yapımı mı İlahi bir manası mı var diye hep sorguladık . Kaynağı konusunda komplo teorileri üretileduruyor. Gelecek Elli Yıl adlı NTV yayınlarından 2007 yılında basılmış içinde bilim adamlarının çeşitli makalelerinin derlendiği kitabı okudum, kafama takıldıkça da açıp okumaya devam ediyorum . Kitapta " elli yıllık ölçekte birinci öncelik ,dünyanın insan nüfusunu yenilenebilir kaynaklarla uyumlu bir düzene indirmektir. cümlelerini geçiyor. Ve devamında gıda üretiminde yetersiz kalışımız sera gazı salınımı, küresel ısınma ve enerji kaynaklarının tükenmesi insan fazlalığına bağlanıyor. " Omuzların sürtünmesine varacak kadar yüksek insan sayısı ,teknolojik çözümlerle giderilemeyecek fiziksel ve psikolojik stres yaratıyor. Çin örneğinde görüldüğü gibi ,bir bütün olarak ülkeler bu soruna büyük öncelik veriyor . Bu bakımdan elli yıl içinde ,veba salgını ya da küresel savaş gibi toplu felaketler olmaksızın , nüfusun denetim altına alınacağını sanıyorum."( sayfa 201) cümlelerini okuyunca da virüslerin nedeni ortaya çıkıyor. Virüs yaşlıları ve kronik hastalıkları olanları tehdit ediyor neden ? Yine kitapta gen ıslahı ile alakalı bölümde eskiden Rus Ortodoks Kilisesinin bebekleri çıplak şekilde soğuk suya daldırma geleneğinin altında yatan sebebin dayanıklı olmayan bebeklerin genlerinin gen havuzundan ayıklanmasından bahsetmekte . Hatta bu gen ıslahı mevzunun Platon'un Devlet'inin beşinci kitabında işlendiğine değinilmekte. Üçüncü kitapta ise yöneticilerin canla başla kollaması gerektiği konuların başında soy saflığı gelmektedir ifadesi yer almaktaymış. Kısacası yaşadığımız Virüs illetinin ucunda üst akıllar ve dünyayı yönetenler "insan soyunun genetik yapısını denetleme gücünü nasıl kullandıklarını" gösteriyor bizlere. Biyolojik savaşlara girişme şansımız artacak teknoloji sayesinde ifadeleri geçiyor kitapta . Dehşete düşmemek elde değil... . Kitapta bahsedilen konuşan duvarlar , okullara öğretmenlere bilgiye ihtiyaç kalkacak, çeşitlilik risklidir diyerek "tasarlanmış bebekler" çağına geleceğimizi , uzayda üstlere ziyaret yapılacağını ,yapay bağışıklık sistemi üretileceğini , kanser tedavisinde kullanılan yöntemlerin hacamat kadar eski tip görüleceği , özel hayatın gizliliği kalmayacağı bunun avantaj ve dejavantajlarının neler olduğunu ,gerçekçi ara yüzlerle yapılan oyunların aslında insanları savaşa etkileşime hazırlamalarına dair birçok teoriden bahsediyor . Sıradan vatandaş olarak aklımız ermese de küresel güçlerin tezgahında meta olduğumuza aklımızın ermesine sağlatacak türden okumalar neticesinde bir "vayyyy be ! " nidası çekip ben evde pineklerken birileri neleri hesap ediyor diyorum.
Özetle : "bindik bir alamete , gidiyoruz kıyamete "...TUĞBA KUMRU
20 Haziran 2022 Pazartesi
RENKLERİN DİLİ
- RENKLERİN DİLİ
Bu aralar sözsüz iletişim okumaları yapıyorum . Malumunuz insanlar üzerinde bıraktığımız etkinin %7’sini ne söylediğimiz, %38’ini nasıl söylediğimiz , %55’ini sözsüz iletişim(beden dili) oluşturmaktadır. Beden diline ait 700.000 farklı mesaj olduğunu öğrenince de daha da ilgimi çekti. Beden dilinde renklerin etkisinin yadsınamayacak kadar çok olduğunu okuyunca yazmak istedim. Beyaz , dünyada çoğunlukla temizliği saflığı simgelerken Afrika ülkelerinde tehlikenin , Çinlilerde ise yas rengidir. Bu da sözsüz iletişimde kültürel boyutun etkisini ifade etmektedir. Meyvelerin olgunlaşıp olgunlaşmadığını rengine göre karar veriyor, yüz rengimizin değişmesinden hasta ya da sağlıklı olduğumuza varana kadar anlam çıkarıyoruz. Renklerin etkisi hakkında modern psikoloji çalışıyor hatta renkler “kromoterapi”de kullanılıyormuş . Doç,Dr. Ersin Altındaş ve Devrim Çamur'un kitabında renkler ile ilgili şunlar yazıyor (aklımda kaldığı kadarı ile) :
Mavi: genellikle yıldızların ce gecenin rengidir. Romantik ve duygusal kişiliğe sahip olanlar maviyi tercih eder. Giyside mavi sosyal kişiliği temsil eder. Yatak odası ,çalışma odası ve banyo için ideal renktir.Kırmızı: hareket ve hız rengi. Kırmızı sevenler duyguları yopunluğuna yaşayan kişiler. Aşırı kırmızı sevgisi aşırı despotik yan ve sinirli kişilik göstergesi. Dikkat çekmek isteyenlerin rengi.
Sarı: Güneşin rengi. Umudun ,ilginin, iyimserlik ve evrensel aşk eşittir sarı. Sarı sevenler herkesle konuşan igeniş bir kültürel hazineye sahip, sosyal tipler. İyimser ve neşeli kişiler elbiselerinde bu rengi tercih eder.Kahve: her şeyin mükemmel olmasını isteyenler bu rengi sever. İçinde bulunulan ortamı sıcak ve samimi gösteren renk olduğundan dekorasyonlarda tercih edilir çokça.
Yeşil: Dikkat ve odaklanma rengi. Yeşil sevenler sağlam bir iradeye başkalarını kontrol etme yeteneğine sahiptir. Açık yeşil boş vermişlik, koyu yeşil kişinin süper denetimini ifade eder.Siyah: Var olma ve gençlik başarısının tipik rengi. Korku umutsuzluk ölüm ve cazibenin de rengi.
Beyaz: Kutsal renk. Beyaz sevenler çatışmadan uzak, farklı ve özgür dünyanın arayışında olan insanlar. Aydınlığın ve saflığın simgesi.Pembe: Kadınlara huzur veren bu renk erkeleri kaçıran iğrenç ve sıradan renk olarak bilinmektedir.
- Mor: Erotizmin sonu anlamına gelen bu renk mesleki ve ikili ilişkilerde seçilen en yaşlı renktir. Sanatçı ruhlu insanlar ,meraklarını fantezileriyle yaşayanların rengi. Eskiden çıkarılması epey pahalıya patlayan bir salyangozun kabuğundan elde edilen moru sadece saray halkı kullanabildiği için saray rengi olarak da biliniyor .
- Gri: Ağırbaşlılık, sadakat, sessizliğin rengi. İşlerine önem veren ancak hırslı olmayan insanlar tercih editör bu rengi. Gözleri yukarda olmayanların rengi gri.
ÇANTALARIN DİLİ
Epeydir sözsüz iletişim ile ilgili araştırma içindeyim. Bir de iletişimde %55'lik oranın sözsüz iletişim (beden dili) olduğunu öğrenince epey ilgimi çekti. 700.000 farklı mesajı verebiliyoruz tabi bu mesajlar evrensel ve kültürel olabiliyor. Jest ve mimikler, renkler- kromoterapiyle tıpta kullanılıyormuş-, giyecek, bazı araç ve akseuarlar vs. Giysilerin Psikolojisi adlı çalışmalar mevcutmuş. Farketmesek de psikolojimize göre seçiyormuşuz birçok şeyi o nedenle profesyonel kişiler sözsüz iletişime dair incelikleri bilerek akılda kalıyormuş. Aksesuarların dilinde "çantaların dili" özellikle iş ortamında önemli imiş.Çantalar statüleri ortaya çıkarır diyor. Ayrıntılı ve daha az önemli işlerde çalışanlar kalın, ağır, hantal çanta taşırmış. Küçük el çantaları, temiz, titiz, mükemmeliyetçi, birlikte çalışılmaya uygun olmayanların tercihi iken tıka basa dolu el çantası dağınık, yaratıcı, karışık düşünceli, şaşkınlık anlatırmış. Sazdan sepetler ise iş yerindeki sorunlardan çok kurabiye pişirmeye yatkınların tercihiymiş. Etnik çantalar ve sırt çantaları öğrenci ve öğrencilikten çıkamamışların, plastik torba tamamen meslek dışı görünüm sergileyenlerin, mağaza poşeti taşıyanların ise alışveriş yapıyorum ben imajı sergileyenlerin... Taşıma poşetleri kalitesiz görüntü çizdiği için amacı dışında çanta olarak kullanılmamalı imiş. Plastik kenarlı evrak çantası zevksizlik göstergesi sayılıyormuş. Çanta taşımamakta yukarılarda olduğunun yani paraya para demeyenlerin tercihi imiş. Dost başa, düşman ayağa bakar atasözünün anlamının baştan aşağıya dikkat etmek gerek dış görünüş önemlidir manasını düşünürsek çantalara da önem vermek gerekirmiş dedim. Malum" ye kürküm ye! "mevzuu.
DOSTLUK KATARI
DOSTLUK
KATARI
“İnsan nedir?”
sorusuna insanlık tarihi yazıla geldiğinden bu yana pek çok tanım yapılmıştır.
Ben, insan nedir sorusuna kısaca şu cevabı veriyorum: “İnsan, arayandır.” Kalubela zamanında Bezm-i Elest’te toplandığı,
ardından da dünya denen kayıplar yurduna gönderildiğinden beri arayandır insan.
Peki neyi arar? Elest meclisinde
nasibine düşeni; Sevgiyi, derdi, dermanı, hırsı,azmi, gönlü, malı, aşkı, maşuku,
gamı, neşeyi, postu, makamı, evladı, statüyü, tahtı, bahtı, dostu, dostluğu…
Arayan insanın,
aramak ile en çok yan yana getirdiği sözcük “dost “olmalı. Kalabalık bir
meclisten ayrılıp yalnız başımıza geldiğimiz, hatta yine kalabalıklara karıştıktan
sonra yapayalnız, yayan yapıldak da gidecek olduğumuz bu dünyada bir başımıza
kalmak istemiyoruz. “Yalnızlık Allah’a mahsus” sözündeki hikmetten sebep olsa
gerek böyle düşünüyor olmam. Zihnime misaller gelip yerleşiyor bu sözü söyleyince
kendime. Yeni Hayat[1] adlı filmde okyanus üzerinden geçerken ıssız ada
yakınlarında düşen uçaktan sağ kurtulan baş rolün dört yıl boyunca yapayalnız kaldığı bu adada bir
voleybol topuna insan silueti çizerek yalnızlığını giderecek birini bulması -toptan da olsa- ; Slocum[2] adlı araştırmacının teknesi ile tek başına dünyayı dolaşırken en çaresiz
anlarında gemici imgesinin kendisine destek olduğunu ifade etmesi, insanların;
sığınacağı bir liman olarak gördüğü bilge tipi olarak adlandırılan, dinlemesini
bilenlerin muhabbetine sığınması , Pir Sultan Abdal’ın “seyyah olup şu alemi gezmesi”
ve bulamayınca da “bir dost bulmadım gün akşam oldu” diye ünlemesi , Aşık Veysel ‘in “dost dost diye nicesine
sarılıp” en sonunda “kara toprağı sadık yâri” olarak seçmesi , Aşık Türabi‘nin:
“Dost Cemalin Göremezsem /Hayalin Gördüğüm Yeter” demesi gibi misaller…
Arayan insan olarak,
neye dost dediğimizin en çok değiştiği zamanede ola da ezel meclisinde nasibime
düşen dost mudur diye aramaya koyuluyorum. Küresel köy haline gelen dünyanın
içinde bulunduğu; mecburi yalnızlığa itildiğimiz, evlerimizin ücrasına
çekildiğimiz can korkusu ile her şeyden el etek çektiğimiz, adeta mahşerin
provasını yaptığımız, herkesin birbirinden kaçtığı ve herkesin birbirini bile
isteye yalnız bıraktığı bu günlerde en çok bunu sorguladım ve en çok dosttu ve
dostluğu aradım. Aradığım dost nasıl bir
şeydi, dostluk benim için ne ifade ediyordu? Yalnız gelip yalnız gideceksem, yalnız
bırakılıyorsam dost, dostluk dediğim kavramların içini bomboş ediyorsam ben
neye dost demeliyim, dostluğumu kime göstermeliyim o zaman diye başladım dostu,
dostluğu aramaya.
Bir şey arayanların
yaptığını -eşkal belirleme, tanımlama, tarif etme, betimleme vs.- yaptım önce. “Dost nedir, neye benzer, nasıldır?” Nisyana bulanmış
insan olduğum için dostu sözlüklerde aradım önce. Çünkü benim dost dediklerimde
mutmain olmadığım bir şeyler vardı. Dost sözcüğün karşısında türlü türlü
tanımlar çıksa da en anlaşılır yönüyle: “Birini riyasız, samimi duygularla seven,
her bakımdan kendisine güvenilir kimse, enis” ile “sevgili, yar”[3] tarifi vardı. Aradığım dost
ise yanında dostluğu da bulmalıyım diye bir de sözlüklerde dostluğu aradım. Bu
kez de karşıma “birine veya bir şeye karşı duyulan riyasız güvenilir sevgi,
böyle bir sevgi duyma, dost olma durumu” ile “dostça davranış, ahbaplık,
muhabbet “tarifini verdi sözlük. Dost ve dostluk daha necedir diye ararken “sadakat,
meveddet, uhuvvet, sohbet, veli, refik, nasir, şef,i, vâk, hamid, mürşit, hulle,
kardeşlik” sözcüklerine tesadüf eyledim . Bunca anlama gelen, bunca sözcükle eş
değer olan dost ve dostluğu ararken “dostluk üzerine” yazılanlara baktım sonra.
Aristoteles’ten bu yana üzerine yazılar yazıldığını hatta Aristoteles’in “ey
dostlarım dünyada dost yoktur” dediğini- bu söz bana “yalnızım dostlarım
yalnızım yalnız” ifadesinin geçtiği arabesk şarkıyı çağrıştırıyor ve dostları
varken neden yalnızım diye seslenir insan diye düşündürüyor-, kitapların
bölümlerini doldurduğunu öğrendim. Şiirlerin temasını, yazıların ana fikrini çoğu
kez belirlemişti dostluk. Montaigne dostluk için: “Dostluğun kolları
birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur”
diyerek dostluğun sınırlarını genişletmişti. Farabi’nin, hataları örten, kusur gizleyen;
dostluklarında samimi olanlar ve dost gibi görünenler minvalinde dostu
sınıflandırdığını da öğrenince dostluk üzerine farklı görüşler olması ve zıtlıkları
içinde barındırması ile aradığım şeyin giriftliğini görmüş oldum. Halbuki dost
ve dostluk bana hiç de girift gelmemişti bu zamana kadar. Ağzımdan pofuduk bir poğaçanın yumuşaklığında ve
anneanne evinin yüklüğünde duran yorganının
sıcaklığı ve ağırlığında bir sözcük olarak çıkmış, gönlümde yer etmişti.
Dost ve
dostluğu ararken “dostluk üzerine” en kapsamlı, en derin sözleri Fethi Gemuhluoğlu’nun[4] söylemiş olduğunu gördüm. Dost
olmaktan bahsederken: “İnsana, fikre, coğrafyaya, tarihe, kendi vücuduna, komşuya,
tebliğe, hüzne, türkülere, toprağa, bazı mesleklere, vakte dost olmayı salık
veriyor ve Yaşar Kemal’in “ormana ve ağaca dost olmak” sözüne dikkat çekiyordu.
Hayretim artıyordu. Bu sınıflandırmalar üzerinde düşünürken zihnimde bir katar belirdi.
İnsana dost olmak lokomotif olup geldi
düşünce raylarımın üzerinde. İnsan; eşref-i mahlukat. İnsan; Allah’ın aynası. İnsana
dost olmak lokomotif olup başı çektiğine göre insana dost olmayı öğrenmeliydim
önce. Savaşların, terörün, insanlık dışı yaşanan her türden olayın ardında
insana dost olmayı bilmeyenler vardı çünkü. İnsana dost olunmayınca Orta Doğu’nun
içinde mülteci, Afrika’nın içinde açlık, bilhassa Müslümanların yaşadıkları
coğrafyalarda terör ve İslam karşıtlığı sorunları çıkıyordu. İnsana dost
olunsaydı dünya adaletsiz bir yer olmaktan uzak, ikinci bir dünya arayışı içine
girmediğimiz yer olacaktı. Fikre dost olma vagonu geliyordu insana
dost olma lokomotifinin ardından. Her fikre saygı duyma, eleştirmeme,
kabullenme ve her çiçeği gezen ancak ortaya bambaşka lezzette bal veren arının
hikmeti vardı bu vagonun içinde. Her fikre saygı duyup bu
fikirleri toplayarak kendi peteğimizde özleştirdiğimizde bin yıllarca
bozulmadan duran bal gibi bozulmadan kalırdı bizim fikrimiz de. Ardından tarihe dost olmak vagonu göründü. Geçmişini
sevmeyen geleceğine nasıl yön versin? Geçmişini, tarihini sevmenin güzelliği
görünüyordu bu vagonda. Geldiği yeri unutanların düştüğü gaflete düşmemek adına
ne derece ehemmiyet arz eden bir dostluk olduğunu ifade ediyordu bu vagon.
Tarihe dost olunca aslımızı inkâr etmekten uzak durabilirdik.
Kendi
vücuduna dost olmak vagonu geçerken zihnimden epey düşünüyorum bu kez. İnsan
sevmeye, dost olmaya önce kendinden başlamalı, gönlüne Allah’ın sığdığı, her
zerresinde, her hücresinde kâinatın gizli olduğu, topraktan olan suyla yoğurulan,
ateşle pişen, Allah’ın ruhundan üflediği bedeninden… Dost olursa kendi vücuduna
insan, bedeninde tecelli eden Hakk’ın sıfatlarına da dost olur; kendi vücudunun,
vücudundaki ruhunun gıdasına dikkat eder helal yer, helal düşünür, helal söyler
diyerek komşuya dost olma vagonunu
seyretmeye başlıyorum. Komşusu açken tok yatmamanın öğütlendiği, “uzak komşu,
yakın komşunun” gözetilmesi emredildiği bilgileri görünüyor bu vagonda da. Tebliğe dost olma vagonu görününce bu
konunun derinliğini görüp vahye sığınmam gerektiğini idrak ediyorum. Ardından hüzne dost olmak vagonu geçiyor. “La
Tahzen” (Kur’an-ı Kerim 9/40)” yazıyor bu vagonda. Hüznümü sevdiriyor bu vagon.
Türkülere dost olmak vagonu geçerken
içim Anadolu ile doluyor. “Yemendeki rediflerin seslerini duyuran, Kağızman’dan
ısmarlanan narın tadını getiren, çamdan sakız akıtan, allı turnayı bizim ellere
vardıran, telgrafın tellerine kuşlar konduran, kâtip arzuhalim yaz yâre böyle dedirten,
Gesi Bağları’nda dolandıran, kırmızı gülü demet demet ettiren, aşağıdan gelir
gelinin göçü” diyen türkülere dost olmak güzelliğine karışıyorum. Mesleklere dost olmak vagonu geçerken her
işi kutsal bilmeliyim diyorum. Vakte dost
olmak geçiyor sonra. Vaktin
tükeneceğini, göz açıp kapaması kadar bir süre olduğunu, dost olmam gereken
vaktin izafi oluşuna sığınıp; her anı hayırla doldurmam lazım diyerek
Gemuhluoğlu Hoca’nın sohbetlerini dinleyen nasiplilere “vakit daraldı çocuklar”
derken hepimizin, elimizden giden şeyleri kıymetlendirdiğimiz gibi her saniye
elimizden giden vakte dost olmayı bu sözünün içine sığdırmış olmalı diyorum ve
hayretimi yine artırıyorum. Ağaca ve ormana dost olmak vagonuna seyrederken
de nasıl bir şey ola bu dostluk diye dostu ve dostluğu ağaçlardan soruyorum bu
kez. Bütün ağaçlar yan yana ama hiçbiri
ne birbirinin dalını kırmış ne hakkını ihlal etmiş ne birbirinin dalına sen
buradan geçme ben varım demiş. Ya da hiçbiri senin dalın iri, senin gövden çok
kalın, senin yaprakların şöyle böyle diyor. Hiçbir ağaç senin yerin sulak,
senin ki kurak, benim yerim yüksek, benim dalımda daha güzel yaprak var diye
kibirleniyor. Yazın kavuruculuğuna, kışın donduruculuğuna, sonbaharın döküp savuruşuna,
baharın doğum sancısına dayanıp tüm bunlara göğüs gererek büyük bir nizam ve
asalet ile yaşamlarını devam ettirip muhteşem bir uyum ile “tefekkür kanallarımı”
açıyorlar. Her şeyden öte beşikten mezara olan yolculuğumda yanımda ağaç var. İşte
böylelikle buluyorum dostluğun fedakârlık, vazgeçmek, görmezden gelmek, kabullenmek,
hoş görmek, sahip çıkmak, değer vermek, katlanmak, dayanmak, sabretmek, yanı
başında olmak, yalnız bırakmamak anlamlarını. İşte şimdi anlıyorum Gemuhluoğlu Hoca’nın:”
Dost ol kişidir ki öldürülmesi muhakkak ve mukadder olan gecede Peygamber-i Ekber’in
yatağında yatar, Şah-ı Velayettir. Dost ol kişidir ki mağara arkadaşıdır, Yar-ı
Gârdır, Ebu Bekir’dir.” cümlesindeki derinliği. Dostluk; can kuşunu avcıya
gönül rızası ile teslim etmektir manasına eriyorum. Böylece Yunus’un:
“Dosttan bela geliceğiz Eyyuplayın sabreylegil
Niçe sıhhat buldu teni bunca bela çekmiş iken”
sözünün
içine dalıyorum. Eyüp peygamberin dertlerine sabrının sebebinin, Yunus
peygamberi balığın karnında yaşatanın, Yusuf peygamberi baba kucağından kuyuya,
kuyudan zindana, zindandan sultanlığa götürenin, İbrahim peygambere en
sevdiğini kurban ettirenin, ona Kâbe’yi yaptıranın, en sonunda ateşlerde
yanmaya razı edenin, Hacer’in kucağında İsmail ile iki dağ arasında su diye aradığının,
Musa peygamberi Tur Dağı’na çıkaranın, Hz. Muhammed (s.a.v)’i Hira’ya sığındıranın;
Yunus’un
“Dostu düşümde
görürem
Uyanıp mecnun oluram “
dediği dostun, aradığım dost olduğunu anlıyorum.
Hakiki dostun Yaratan olduğunu, hakiki dostluğun Yaratan’a dostluk olduğunu görüyorum.
Atmayan, satmayan, incitmeyen, affeden, Settar ismiyle ayıplarımı örten, Rahman
ismiyle merhamet eden, Gaffar ismiyle mağfiret eden, bağışlayan ve esirgeyen
dost. Dostluk katarının ardından bakarken katarın arkasında yazılı ilahi kelamı
görüyorum: “Gerçek bir dost (velî) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da
Allah kâfidir.” (Kur’an-ı Kerim 4/45)
Dostluk
katarındaki tüm dostlukların tek bir dostluğa götürmesi ile elest meclisindeki
nasibime varmış oluyorum. Herkesin terk ettiği, kendi ücrasına çekildiği,
evlerine kapandığı, sosyal mesafelerle birbirinden uzaklaştığı anda: “Rabbin
seni bırakmadı ve sana darılmadı.” (Kur’an-ı Kerim 93 /3)” ilahi kelamı ile “şah
damarımdan daha yakın” olduğunu gösteriyor yine gaflet uykusunda olan gözlerime
ve yolcuğumun başında arasına sosyal mesafelerin girdiği dostluk kavramı
değişiyor ve dostluğun mesafesiz oluşunu dilimle ikrar kalbimle tasdik ediyorum.
“Ancak hayra dayalı dostlukların uzun ömürlü olacağını” söyleyenlerin işaret
ettikleri dostluk da Allah dostluğundan başka nedir ki diyerek kendi kendime “Geçti
dost kervanı eyleme beni” diyerek vakte dost olup dervişe tesbih dağıttıran
kıssadan da hisse alarak dostuma götürmek üzere sayısına bakmadan azık toplamak
ve Bezm-i Eleste rücu ettiğimde arafta kalma nasipsizliğine uğramamak için “dostluk
katarına” yetişmeye niyet ediyorum şairin
“Niyeti hâlis olunca kişinin /Hayrolur
âkıbeti her işinin” sözüne güvenerek.
Tuğba
Kumru
VİRÜSLER VE GEN ISLAHI
VİRÜSLER VE GEN ISLAHI Malumunuz virüs ile mücadele etmeye devam ediyoruz . Mücadele ederken de bu virüs nerden çıktı insan yapımı mı İlahi ...